Tweet |
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla, 20. yüzyılın başına kadar literatürde “maşrık” (doğu) olarak bilinen, (bölge haritalarını şekillendirenlerin verdiği isimle) Orta Doğu’da yeni bir düzen kuruldu. Bu düzen kabaca, 1950’lere kadar İngiliz ve Fransız yönetim ve himayesinde, parçalı Arap ulus devletlerinin kurulmasıyla sonuçlandı. Orta Doğu’da hegemonyanın daha ziyade ABD’ye geçtiği 1950’lerden itibaren Soğuk Savaş rüzgârlarının sert estiği yıllarda bölge ya ABD ya da Sovyet yanlısı askeri, seküler diktatörlerce yönetilmeye başladı. Sözde hepsi Arap milliyetçisi olan ve Arap uluslarını tek bir çatı altında toplamayı ve Filistin’i işgalden kurtarmayı kendilerine ülkü edinen bu totaliter yöneticiler, ironik bir biçimde Orta Doğu’yu parçalayan hegemon güçler tarafından iktidara getirilmişlerdi. Söz dinlemez olduklarında ise çeşitli saray darbeleriyle ortadan kaldırılıyor ve daha kullanışlı diktatörler, ABD Başkanı Donald Trump’ın deyimiyle “kendi en favori diktatörleri” iktidara getiriliyordu.
Mısır, Suudi Arabistan ve BAE gibi Arap dünyasının üç Sünni ağırlıklı ülkesi Türkiye karşısında Yahudi, Ortodoks ve Katolik ayırt etmeksizin her türlü bölgesel ve dış güçle işbirliği yapmayı yeğliyor ve tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda yapılan isyanlar gibi emperyal dış güçlerin ekmeğine yağ süren, kendi ayaklarına sıkan politikalara destek veriyorlar.
Soğuk Savaş’ın bittiği yıllardan bugüne kadar, kısaca 21. yüzyılın başlarında bölgemizde olup bitenlere kısaca bir göz atmak dahi, Orta Doğu’da yeni bir düzenin ya da düzensizliğin kurulmakta olduğu gösterecek ve bizleri nelerin beklediği hususunda çok açıklayıcı olacaktır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, Irak’a “demokrasi getirmek” amacıyla, bir milyon kişinin ölümüne yol açarak önce Saddam Hüseyin ortadan kaldırıldı; ardından resmen olmasa da Irak fiilen üçe bölünmüş oldu.
Türkiye’ye karşı “Güney Cephesi” adını verdiğimiz bazı Sünni Müslüman ülkelerin yönetimleri, bölgede Türkleri görmektense Latin külahı, Ortodoks kalimmavhisi ya da Yahudi kippasını tercih ettikleri müddetçe de bu bölünme ve rejim değişiklikleri devam edecek gibi görünüyor.
Soğuk Savaş’ın en acımasız ve kurt diktatörlerinden Hafız Esed’in doğal ölümünden sonra, göz hastalıkları ihtisasını Londra’da yapan doktor oğlu Beşşar ile yine Londra’da yetişen Kings College diplomalı ve Harvard MBA’li Sünni eşi Esma Esed’den Suriye’de liberalleşme adına çok şey beklenmekteydi. Ancak “taç giyen baş akıllanır” vecizesiyle namütenasip olarak, Londra’dan Şam’a gelince liberallikten eser kalmadı. Fransız dergilerine “moda ikonu” ve Orta Doğu’da “modernitenin sembolü” olarak tanıtılan çift, 2011 Arap Baharı isyanlarında özgürlük isteyen Suriye halkının yarım milyondan fazlasının ölümüne, yüz binlerce çocuğun öksüz ve yetim kalmasına, ülke nüfusunun yarısının evlerinden barklarından olmasına yol açtı. Ülke halihazırda üçe bölünmüş durumda.
Sudan güney ve kuzey ya da Müslüman ve Hıristiyan şeklinde ikiye bölündü. İran ile Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) arasındaki mücadeleye kurban giden Yemen de Sudan’la aynı kaderi paylaşacak gibi; eskiden olduğu üzere kuzey ve güney Yemen olacak şekilde veya Zeydiler ve Sünniler arasında bölünme yolunda hızla ilerliyor.
Lübnan ise toplumsal olarak çoktan gettolara ayrılmış olmakla birlikte, toprak açısından bölünemeyecek kadar küçük olduğundan, bitkisel hayatta bir yaşam sürüyor. İsrail “Yüzyılın Planıyla” Filistin’in son partiküllerini de buharlaştırma peşinde epeyce yol almış görünüyor. Arap Baharının bir sonucu olarak kısa süreli bir demokrasi denemesi yaşayan ve halihazırda karşı devrimci bir askeri yönetimin iktidarda olduğu, Arap dünyasının en kalabalık ve monolitik ülkesi Mısır ise çeşitli ekonomik ve sosyal sıkıntılar içinde kıvranıyor. Buna bir de Sina’daki ayrılıkçı örgütleri ilave etmemiz gerekiyor. Kaddafi’nin öldürülmesinin ardından iç savaşa sürüklenen Libya elân fiili olarak en az ikiye bölünmüş vaziyette.
2016’da yaşadığımız darbe teşebbüsü de bölgedeki olayların Türkiye ayağıydı; fakat milletimiz buna izin vermedi. İran’ın durumu da ortada ve sürekli ABD-İsrail tehdidi altında. Bölgeye tekrar dönen Rusya hem Suriye hem de Libya’da önemli bir inisiyatif gücüne erişmiş durumda. Bütün bunlara ilave olarak DEAŞ ve el-Kaide türevi örgütler hâlâ hayatiyetlerini devam ettiriyorlar. ABD Suriye’de, Fırat’ın doğusunda bir PKK devleti kurmakla meşgul.
Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının tüm dünya ekonomilerini vurduğu şu günlerde, Orta Doğu’da manzara-i umumi fevkalade perişan ve dahi perakende; Birinci Dünya Savaşı öncesinin Balkanlarını andırmakta. Mamafih Orta Doğu’da dıştan tasarım çabalarına karşı direnen ve halk hareketlerini destekleyen Türkiye’yi ise Katar’ın dışında açıkça destekleyen başka bir bölge ülkesi mevcut değil. Türkiye Tunus, Cezayir ve Umman gibi bölge ülkeleriyle kendisine karşı kurulan cepheyi zayıflatmaya çalışıyor. Topun ağzında olan nevi şahsına münhasır İran, her şeye rağmen kendi ajandasına uygun fiiliyatına devam ederken içeride Kovid-19 salgını, ekonomik sıkıntılar ve arka arkaya gelen patlamalarla karşı karşıya.
Yetkililerinin açıklamalarına bakılırsa, İran tehdidiyle Türkiye’yi eş gören Suudi Arabistan, BAE ve Mısır Türkiye’ye Libya, Suriye ve Doğu Akdeniz gibi tüm cephelerin yanı sıra ekonomi, turizm, medya ve hatta dizi sektöründe dahi (basketbol tabiriyle) “tam saha pres” uygulamakta. Bu arada İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Fransa ve Rusya gibi her türlü dış güçle işbirliği yapmakta. Bu ülkelerin ABD ile müttefiklik ve bağımlılık ilişkilerini düşündüğümüzde durum daha da vahim bir hâl alıyor. Bütün bunlara ilaveten, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarındaki son saldırıları (buna bigâne kalamayacağından) Türkiye’nin güneydeki dikkatini dağıtmaya yönelik bir hamle gibi duruyor.
Mısır, Suudi Arabistan ve BAE gibi Arap dünyasının üç Sünni ağırlıklı ülkesi Türkiye karşısında Yahudi, Ortodoks ve Katolik ayırt etmeksizin her türlü bölgesel ve dış güçle işbirliği yapmayı yeğliyor. Halbuki Orta Doğu’da yukarıda hâli pürmelalini bir parça izah ettiğimiz parçalanma ve partikülleşmenin tek çaresi bölge ülkelerinin işbirliği yaparak dış güçlerin müdahalelerine imkân tanımaması. Aksine bölge ülkeleri tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda yapılan isyanlar gibi emperyal dış güçlerin ekmeğine yağ süren ve kendi ayaklarına kurşun sıkan politikalara destek veriyorlar. Bölge ülkelerinin yönetimleri iktidarlarını korumak için dış güçler yerine kendi halklarına güvenseler ve halklarının istekleri doğrultusunda bir siyaset izleseler hem iktidarları daha uzun ömürlü hem de bütün ülkeleri tehdit eden bölünme ve parçalanma senaryoları engellenmiş olurdu. Zira Orta Doğu, tarihsel karakteristiğine uygun olarak, partikülleşmekten ziyade daha da fazla bütünleşmeye ihtiyaç duyuyor. Ancak bölgeyi daha da bölmeyi amaçlayan emperyal güçler bu yöneticileri destekleyerek “şimdilik” ayakta kalmalarını sağlıyorlar. Böyle giderse 21. yüzyılda Orta Doğu’da mevcut ulus devletlerin iki katı yeni ve küçük devletçikler göreceğiz. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 7 Ağustos 2003’te yaptığı “Ortadoğu’da 23 ülkenin rejiminin ve sınırlarının değiştirileceği” açıklaması şu ya da bu şekilde işlemeye devam ediyor.
Orta Doğu’da 21. yüzyılın yeni düzeni kurulurken bu düzende söz sahibi olmak maksadıyla Türkiye pek çok cephede mücadele veriyor. Maalesef Türkiye’ye karşı “Güney Cephesi” adını verdiğimiz bazı Sünni Müslüman ülkelerin yönetimleri, bölgede Türkleri görmektense Latin külahı, Ortodoks kalimmavhisi ya da Yahudi kippasını tercih ettikleri müddetçe de bu bölünme ve rejim değişiklikleri devam edecek gibi görünüyor.
Yazımızı her zaman olduğu gibi bir son sözle bitirelim: “Kendi düşen ağlamaz”.
[Prof. Dr. Cengiz Tomar Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Rektör Vekili olarak görev yapmaktadır]